Tuesday, February 28, 2006

Sobe


Vankuuver'e bahar geldi. İnanmayanlara kanıt olarak fotoğrafa büyüterek bakmalarını tavsiye ediyorum. Gecen Cuma çekildi bu fotoğraf ama sobelenmek üzeresiniz. Benden söylemesi...

Tabii hayat zıtlıkları barındırır. Şehirde baharken, karkay yapmaya gittiğimiz dağda karlar yağıyordu. Yerler yumuşak olacak, düştüğümüzde çok acımayacak diye biz sevindik kara. Sonra farkettik ki ilk iki dersteki gibi acemi değiliz aslında. Yani çok düşmedik ve o kadar acılar içinde değiliz şu anda. Sonra bir de pistte ayakta durmaya çalışanları görünce insan ilerlediğini farkediyor.

Her aşamanın kendine göre zorlukları var, düşmeden kayabiliyoruz ama bu sefer de dönüşleri yapabilmenin zorluğu var önümüzde. Öğretmenimiz Karen’in anlattığı gibi yapmaya çalışıyorum -bizden genç ama bize “come on kids” demiyor mu, hoşuma gidiyor. Tabii o hoca, diyebilir. Etimiz onun. Peki kemiklerimiz kimin??- ama hala dönüşlerim iyi değil.

Şöyle son sürat dağdan aşağı kayarken beynim, vücuduma dönüş için gereken teknik hareketleri uygulama emirlerini vermenin çok uzağında, tek parça kalabilmenin veya bir kemiği kırmamanın içgüdüsel hareketlerini uygulama peşinde. Dolayısıyla olmuyor. Bazen dağdan aşağıya dönüş yapma niyetiyle kayarken yol boyunca bu çatışmadan dolayı hiç birşey yapamadan kendimi aşağıda buluyorum. Aleks de “e niye dönmedin?” diye sorunca diyecek birşey bulamayıp hemen koşup gördüğünüz halata tutunup yine yukarı çıkıyorum (bunu da herhalde asla yapamam diyordum ama Karen sağolsun). Aleks benden daha iyi kavradı bu dönüşleri. Onu kıskanıyorum ve ben de hemen yeniden denemeye çalışıyorum pistteyken.

Yani bu karkay kolay iş değil (ama kolay olan ne var bu hayatta bilemiyorum!!). Akşamları uyumadan önce beynimi ikna etmeye, alıştırmaya çalışıyorum. Sıcak bir yatağın içindeyken ben, bunu kabul etmesi çok kolay oluyor ama bakalım haftaya ne olacak.

Sobe, sobe: Bu Japonya kökenli ağaçlar Vankuuver iklimine uyum göstermiş ve şehrin birçok yerine dikilmiş. Bir özellikleri de Şubat ayında çiçek açmaları. Havalar ısınıyor tabii ama daha diğer ağaçlardan tık yok.

Thursday, February 23, 2006

All I Want (*)

Ya Ya Ya Ya Ya
Day after day your home life's a wreck
The powers that be just breathe down your neck
You get no respect
You get no relief
You gotta speak up
And yell out your piece

So back off your rules
Back off your jive
Cause I'm sick of not living to stay alive
Leave me alone
Not asking a lot
I don't wanna to be controlled
That's all I want
That's all I want
That's all I want
That's all I want
Ya Ya Ya Ya Ya

How many times is it gonna take
Till someone around you hears what you say
You've tried being cool
You feel like a lie
You've played by their rules
Now it's their turn to try

So back off your rules
Back off your jive
Cause I'm sick of not living to stay alive
Leave me alone
Not asking a lot
I just don't wanna to be controlled
That's all I want
That's all I want
That's all I want
That's all I want

I said it before
I'll say it again
If you could just listen then it might make sense

So back off your rules
Back off your jive
Cause I'm sick of not living to stay alive
Leave me alone
Not asking a lot
Just don't wanna to be controlled
That's all I want
That's all I want
That's all I want
Ya Ya Ya Ya Ya


(*)Offspring'in "All I want" parçasının sözleri.

Fotoğraf: Vankuuver akvaryumundaki Belugalar

Tuesday, February 21, 2006

İçimdeki tel

...dün akşam Fransızca kursundan eve dönerken otobüste, önümdeki sırada iki orta yaşlı kadın oturuyordu. İyi arkadaş oldukları konuşmalarından, ses tonlarından, birbirlerine bakışlarından belliydi. Bir tanesinin başında saçlarının tümünü kapatan şık bir eşarp vardı. ‘Acaba kanser tedavisi mi görüyor’ diye içimden geçirdim onlara bakarken (veya olayı daha da dramatikleştirmek mi istedim böyle düşünerek, bilemiyorum). Sonra otobüsten inmeden önce eşarplı olan, arkadaşıyla vedalaştı ve birbirlerine sarılıp ayrıldılar. İçimdeki tel koptu.

Herşey iyi güzel gidiyor ama öyle anlar oluyor ki dost sıcaklığının yokluğu gelip yüreğinize oturuveriyor birden. Birkaç vakit sonra, yine böyle ansızın karşınıza çıkmak üzere kaybolup gidiyor...

Sunday, February 12, 2006

Ko-şu-yo-rum

Geçen haftadan beri bahar havasından farksız bir hava var Vankuver’de. Ben de Cuma günü koşuya giderken blogda paylaşmak üzere birkaç fotoğraf çektim. Böylece görmeyenlerin de Vankuver’in nasıl bir yer olduğu hakkında fikirleri olur diye düşündüm. Hem belki hemen gelmek ve bizi ziyaret etmek istersiniz. Belli mi olur...

Vankuver merkezi Pasifik okyanusunun çevirdiği bir yarımada üzerinde kurulu ve bizim evimiz de merkezin tam merkezindeki Robson caddesi üzerinde. Yarımadayı bir dikdörtgen gibi düşünürseniz bu fotoğraflar dikdörtgenin üç kenarından çekildi. Bir kenar Kuzey Vankuver ve dağlarını, diğeri Lost Lagoon ve Stanley Parkı, üçüncü kenar da yarımadanın merkez dışındaki Vankuver’ini gösteriyor. Son zamanlardaki koşu rotam da aslında burada gördüğünüz yerler. Kulağımda müziğim ile yarım saat koşup, koşu sırasında yağmur çamur demeden her sabah gelip parktaki rakunları besleyen rakuncu amca ile sohbet edip -ingiliz aksanı var ve ben de ingiliz aksanına bayılıyorum-, koşu sonunda da sahilde gerinme hareketlerini yapıp eve geri dönüyorum.

Not: Sizlerden hiç comment almıyorum sonra da acaba sadece kendime mi yazıyorum bunları diye düşünüyorum. Her yazının altındaki comment kısmına isterseniz yorumlarınızı yazabilirsiniz, benim de bu şekilde haberim olur siz de bunları okurken eğleniyor musunuz diye.
Not 2: Fotoğrafların üstüne tıklayarak büyük hallerini görebileceğinizi biliyorsunuz değil mi?

Saturday, February 11, 2006

Patria o Muerte


Ertesi sabah planladığımız gibi sabah 8’de yollardayız. Varadero-Santa Clara arasındaki 200 kmlik yolun tahminen ne kadar sürede alınabileceğini sorduğumuz Kübalılar “iki saatte oradasınız” deseler de ben bunun ancak Alman otobanlarında mümkün olabileceğini bilecek kadar tecrübeliyim ve üç, üç buçuk saat arasında orada olacağımızı hesaplıyorum. Aylar sonra ilk defa yine araba kullanabildiğim için memnun ve mutluyum. Aleks, elinde işimize yarayabilecek tüm haritalarla yanımda kopilotum olarak bulunuyor. O nereye git derse oraya gideceğim. Araba kullanmak benim görevim, kopilotluğun yanında yolda beni beslemek, beğendiğimiz manzaraların fotoğraflarını çekmek gibi ek görevler de Aleks'in.

CC-Carratera Central bizim şehirlerarası yol eşdeğeri bir yol (yani otoban değil) ve bir sürü küçük yerleşim yerinden geçiyoruz. Yolların kalitesi beklediğimden çok daha iyi (düşünsenize, köy yolları arasında bazen 100-110 km hızla bile sürdüğüm oluyor, yani o kadar iyi), arabaların azlığı bunun bir sebebi olabilir diye düşünüyoruz. Yerleşim yerlerine yaklaştığımızı yoldaki bisikletlilerin sayısının artmasından anlıyoruz. Kübalılar arasında bisikleti ulaşım aracı olarak kullanmak oldukça yaygın ve araba kullanırken bisikletlilere dikkat etmeniz gerek.


Görmeye alışık olduğumuz coğrafyadan farklı birçok şey. Palmiye ağaçları her tarafta, düz bir ülke (dağlar doğuda), şeker kamışı tarlaları ve sararmış otlar var yol boyunca. Yol kenarlarında reklam yerine devrim sloganlarının yazılı olduğu tabelalar var. Aleks, tüm tatil boyunca olduğu gibi, bugün de beni babil balığı niyetine kullandı. Elimden geldiği kadar ona çevirisini yapıyorum bu sloganların, sonra hangi yöne gitmemiz gerektiğinden emin olamadığında (yol işaretleri neredeyse yok denecek kadar az) yolu da soruyorum Kübalılara. Köylerden bir tanesinde yine yol sorduğum bir amca Almanca yol tarif ettiğinde dumura uğradım, yani dünya küçük geldi bir an.

Üç saat onbeş dakikalık yolculuktan sonra elimizle koymuşuz gibi kolayca bulduğumuz gezimizin sebebi olan yerdeyiz: Che Guevera’nın mezarı ve anıtının olduğu meydanda.




Che’nin Santa Clara ile birlikte anılmasının bir sebebi var tabii.
29 Aralık 1958 günü, içinde hükümet ordusunun 400’den fazla askerinin ve bir çok askeri malzemenin bulunduğu tren Santa Clara’da Che ve adamları tarafından ele geçirilir. Şehrin kendisi de bir gün önce ele geçirilmiştir zaten. Zamanın devlet başkanı bu olayla birlikte artık gerillalara karşı iki yıldır süren savaşta başarı şansının olamayacağını anlar ve bir gün sonra Küba’yı terk eder. Che, 1 Ocak 1959 günü Havana’ya, Castro da ülkenin diğer ucundaki büyük şehir Santiago de Cuba’ya girer ve böylece savaş biter. Küba için yeni bir dönem başlar. Küba devriminde bu kadar belirleyici bir olayın mimarlarından biri olarak Che’nin mezarı ve anıtının burada olması anlaşılır oluyor böylece.

Geniş bir alan, Che’nin heykeli, özlü sözler, palmiyeler ve müzik var meydanda. Evet müzik. Meydanın her yerinden sakin bir tonda Che şarkıları çalıyor. Ağıt demek daha doğru olur. Müziğin tınısı farklı, ağır, gerçek bir boyut katıyor meydana. Bir filmde gibi hissediyorum kendimi. Ben çalan parçaları biliyorum çünkü vakti zamanında Aleks’in bana hediye ettiği evdeki Che cdsinin parçaları bunlar - tavsiye ederim, Boyut Yayınlarından çıkan kitaplı cdler serisinden "Che" adlı cd. Fotoğraflar çekiyoruz hatta Aleks kameranın film çekme özelliğini kullanıp meydanı, müziği ile kaydediyor.

Arka tarafta -anıtın altında- müze girişi ve müze girişinin karşısındaki kapıda da Che'nin mezarının girişi var. Müze, modern ve bilgilendirici. Fotoğraf çekmek yasak fakat Che’nin birbirinden etkileyici bir sürü fotoğrafını görmek hoşuma gidiyor. Sırf varlığıyla mekan dolduran insanlar vardır ya, karizmatik - işte o sınıfa dahil Che. Arjantinli olmasına rağmen Küba devrimine emek ve katkılarından dolayı doğuştan Kübalı sayılıyor. Öldürülüşünün 30. yılında, 1997'de kemikleri Bolivya'dan Küba'ya getirilip Santa Clara’ya, buraya gömülmüş, kendisiyle birlikte 30 civarında comrade de burada gömülü. Bir de sonsuzluk ateşi yanıyor mezar odasında Fidel’in yaktığı. Tabii ölüm, hayatın geçiciliği, anlamlı bir hayat yaşamak, önünüzdeki örnek gibi düşüncelerle kafanızda dolaşırken bir de mezar odasında bulunmakla hüzünleniyor insan, hatta bir iki damla yaş da geliyor gözlerimizden.

Çıkıp arabadaki erzaklarımızdan yiyip -Aleks yanına para almayı unuttuğu için erzaklarımız bizi bütün gün kurtardı- biraz da güneşlendikten sonra kendimize geliyoruz. Trenlerin ele geçirildiği yer şimdi bir müze olmuş. Orayı ve daha sonra Santa Clara şehir merkezini dolaşıyoruz.





Dönüş yolunda meşhur Domuzlar Körfezine gidip bir de Karayip denizinde yüzmek istiyoruz. Herşey planladığımız gibi yürüyor, Playa Larga’da, çok güzel ve sakin sularda yüzüp güneşleniyoruz. Nasıl, ama nasıl iyi geliyor o yüzüp güneşlenme anlatamam. Gidip görülecek daha çok şey var civarda ama akşam hava kararmadan geri dönmek istediğimizden "belki başka zaman” diyip yola koyuluyoruz. Yine yolumuzu sora sora akşam yedi buçukta otelde buluyoruz kendimizi. Yorgun fakat yüzümüzde kocaman bir gülümseme ile...

Not: Patria o Muerte (Vatan veya ölüm), Kübalıların kullandığı demir 3 pesoların arkasında bulunan Che portresinin üzerinde yazılı

Sunday, February 05, 2006

Annecim annecim...


Kar sporları acemisi iki insan bir Pazar günü karşıki dağların birinde snowboard yapmaya gidince olacağı budur.
İki saat dersten sonra iki saat de bata çıka, kaya yuvarlana, birkaç kemiği kırma tehlikesi atlatıp karın içinde kendilerince takılıp eve gelince bırakın bloga yazmayı acaba bir daha normal hareket edebilmek nasip olacak mı diye kara kara düşünürler. Ağırmayan hiçbir kasımız ve eklem yerimiz yok. Boyun, bilek, ayak parmakları, dizler vs.vs.. Aleks normalde onbeş dakkika yürüş mesafesinde olan işyerine yarın otobüsle gitmek istiyor, ben de yataktan çıkabileceğimden emin olamıyorum. Bazen olası diyorum, bazen değil. Durum vahim yani.
Anlayışınızı bekler, yakın zamanda ağrılarım biraz olsun dinince yazacağım diyorum....
Not: Türkçe snowboarda ne denilir acaba? Bişey denmiyorsa kar kaykayı veya kısaca karkay diyelim mi?
Not 2: Karşıkı dağ Mount Seymour - http://www.mountseymour.com/